30 Ocak 2014 Perşembe

Iki-yüzlü Yalnızlık

-I-


Korkuyordum. Nefesim kesilmişti. Daha önce hiç böyle büyük bir acıyla uyanmamıştım; birden bir şeyler bıçak gibi kesmişti bedenimi. “Ama daha vakit vardı” diye geçirdim içimden. Panik içinde hızla çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak bekledim bir süre;ancak acı geçmiyor, tam tersine giderek şiddetleniyordu sanki. Hissediyordum, vakit gelmişti artık, harekete geçmeliydim.
Eşimle birlikte hızla ve telaşla hastaneye giderken acil durumda aranacaklara telefon edilmişti çoktan. Liste pek de kabarık değildi açıkçası, sadece iki kişi; doktorum ve fotoğrafçı. Ne tuhaf, hiç böyle olacağını düşünmemiştim. Ama şimdi bunları düşünmenin vakti değildi ki, bugün dimdik ayakta durmak zorundaydım; en azından kızım için.
Hastaneye acil girişinden girdikten sonra beni bir odaya yerleştirdiler.Acıdan mı yoksa korkudan mı bilmiyorum ama oda bana çok ürkütücü geldi. Oysa benim dışımda herkes sakin sakin işini yapıyordu. Anlamıyordum, ben bunca acıyı çekerken onlar nasıl böyle sakin kalabiliyorlardı ki? Üstüme hastane geceliğini giyip yatağa uzandığımda bütün acı dinecek sanmıştım oysa herşey daha yeni başlıyordu.
Doktor gelmiş, kontrolleri yaptıktan sonra bu sancıların normal olduğunu, daha vakit olduğunu, dayanmam gerektiğini söyleyip gitmişti.Onun, bu yaşadıklarımı böyle basit görmesi, hiçbirşey yokmuş gibi heyecansızca olacakları anlatması sinirime dokunmuştu. Neymiş efendim; nefes egzersizleri yapmam gerekiyormuş, sakin olmam gerekiyormuş, dayanmalıymışım falan filan.  Dayan demek kolaydı, hiç böyle bir acı çekmiş miydi acaba?Doktor gittikten sonra odada eşim ve ben yalnız kalmıştık. Bir süre onun gözlerine bakıp rahatlamaya çalıştım, kimim vardı ki zaten başka ama o da çaresizlik içinde kıvranıyordu. Onu böyle görmek beni, beni böyle görmek onu üzüyordu. Başımı çevirdim. Acı gittikçe şiddetini artıyor, çığlıklarım duvarlarda yankılanıyordu. Kendi sesimi daha önce hiç bu şekilde duymamıştım, bu ben miydim?
Saatler geçiyor ama acı bir türlü geçmek bilmiyordu. Hemşire, arada sırada yürümemin iyi olacağını söylemişti ama acıdan iki büklüm olmadan ayakta durmak kolay mıydı? Elimde serum şişesinin bağlı olduğu tekerlekli demirle hastane koridorunda yürümeye çalışırken aynı acıyı çeken diğer kadınları da gördüm. Ne tuhaf, tek başına yürümeye çalışan sadece bendim. O an tuhaf bir acının saplandığını hissettim ama bu kez yüreğime girmişti sancı. Neden bu kadar ıssızdım ben? Ailem geldi aklıma, burnumun direği sızladı, doldu gözlerim. En çok annemi isterdim galiba yanımda; başımı omzuna dayamak, elini tutmak… “Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” diyen iki çift göze bakmak. Belki biraz olsun dindirirdi acılarımı.Gözyaşlarımı silmek için başımı aşağıya doğru eğdiğimde bacağımdan süzülen kanı görüp irkildim, sonrasında öyle büyük bir acıyla sarsıldım ki daha fazla ayakta duramadım. Kızım, artık benden kopmak istiyordu belli ki…Olduğum yere yığıldım…
Sonrasında herşey çok hızlı olup bitti. Acı artık dayanamayacağım bir hale gelmişti ki epidural dedikleri devasa iğne yetişti imdadıma. Bütün acılarım dinmiş, herşey bir anda olup bitmişti. Canımdan, yüreğimden kopardıkları evladımı, artık halsizleşmiş kollarıma bıraktıklarında gözlerime inanamamıştım. Bu benim bebeğim miydi? Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, “Merhaba meleğim, ben senin annenim” diyebildim sadece. Ne kadar da minikti böyle, hele o kokusu, o bebek kokusu… Doyamıyordum ona bakmaya, koklamaya… Onu görmek, kollarıma almak saatlerce çektiğim bütün acıları unutturmuştu bana. Bir tek, o hastane koridorunda yüreğime saplanan acıyı ömür boyu taşıyacaktım galiba.  Ama artık kızım vardı yanımda, yalnız değildim ki. Şimdi hayat, benim için yeniden başlıyordu.


-II-

Korkuyordum. Sabahın ilk ışıklarında aniden çalan telefonlar her zaman korkuturdu beni. Nefesim kesilmişti. Yıllar geçmişti ama bu telefonlara hâlâ alışamamıştım. “Ama daha vakit vardı” diye geçirdim içimden. Bir süre kalp atışlarımın eski ritmine dönmesini bekledikten sonra yataktan fırladım.
Takside hızla hastaneye doğru giderken beklenmedik bir terslik yaşanmaması için dua ediyordum. Her doğumdan önce bu duayı ederdim, hayatta en korktuğum şeydi doğumun ters gitmesi, bebeğe ya da anneye bir şey olması. Buna tanık olmayı hiçbir zaman istemezdim. Duamı bitirip kendimi herşeyin yolunda gideceğine inandırdım.
Hastaneye her zamanki gibi acil girişinden girip kaldıkları odayı öğrendim. Normal doğum olması tedirginliğimi artırıyordu çünkü normal doğumlarda hiçbir şeyi kontrol edemezdiniz. Herşey o minik bebeğe ve anneye kalmıştı, hazır oldukları anda birbirlerinden ayrılırlardı. Odaya girdiğimde doktor son kontrollerini yapıyor, anne adayına yapması gerekenleri anlatıyordu. Ne kadar da ruhsuz bir adam diye geçirdim aklımdan. O odadan çıktıktan sonra tanıştık anne ve babayla. Telefonda konuşmuştuk ama ilk defa görüyordum onları. Sevimli insanlardı ama bir gariplik vardı. Oda fazla boştu! Bu tür durumlarda genellikle odalara aile akını olur, telaşlı ve merakla bekleyen bir sürü göz oradan oraya koştururdu. Ama bu çiftin birbirlerinden başka kimseleri yoktu sanki. “Hiç kimse gelmeyecek mi?” diye sorduğum anda çoktan pişman olmuştum ağzımdan çıkanlardan. Hiç kimse gelmeyecekti.
Normal konuşmalardan sonra bir köşeye çekilip olan biteni izlemeye başladım. Kadın, insanüstü bir çabayla çektiği acıya dayanmaya çalışıyor; eşi ise elinden hiçbirşey gelmemenin çaresizliğiyle kıvranıyordu. Arada sırada attığı çığlıklar, kalbimi titretiyor, kanımı donduruyordu. Nasıl bir acıydı bu? Birşeyler yapmak isterdim; ama onlar için sadece doğum fotoğrafları çeken bir yabancıydım. Belki, kendi özel dünyalarına istemezlerdi beni. Sessizce oturmaya devam ettim.
Tam yedi saat geçmişti ama doğum bir türlü gerçekleşmiyordu. Kadın artık acı çekmekten ve bağırmaktan halsizleşmişti. Ben çığlıklara alışmış, fotoğraf çekmeyi bile unutmuş, makineyi bir köşeye atmış ona yardım etmeye çalışıyordum elimden geldiğince. Hemşire, ara sıra yürümesinin iyi olacağını söylemişti. Hastane koridorunda yürümeye çalışırken tam arkasından onu takip ediyordum, belki bir yardımım olur diye. Onca yılın doğum fotoğrafçılığından sonra bir doktor kadar deneyimli olmuştum doğum konusunda.Bir süre sonra durup yanından geçen diğer hamile kadınlara baktı. O anda aklından geçenleri, hikâyesini bilmeyi çok isterdim ama sanki yüreğindeki acıyı tahmin edebiliyordum: derin bir yalnızlık. Doğum anı, bir kadının yaşayabileceği en özel ve en zor deneyimlerden biriydi. Hangi neden bir anneyi, böyle bir zamanda öz kızından uzakta tutacak kadar güçlü olabilirdi ki? Hangi suç, hangi kusur onu bu yalnızlığa hapsedecek kadar büyük olabilirdi? Ben bu sorularla boğuşurken birden yere yığıldı, hemen yanına koştum, “Anne” diye sayıklıyordu. Sonradan asla hatırlamayacağını bilsem de gözlerine bakarak, “Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” dedim. Gülümsedi.
Nihayet bebek gelmeye karar vermişti. Birden neden orada olduğumu hatırladım, koşup makinemi aldım ve tetikte beklemeye başladım. Beklenen mucize çok geçmeden göründü: minik bir kız, kendi mucizesini gerçekleştirip aramıza katıldı. Annenin çığlıklarının yerini şimdi bir bebeğin çığlıkları almıştı. Odadaki ıssızlık birden yok olmuş, yalnızlık buhar olup gidivermişti sanki. Gözyaşları içindeki anne, bebeğini kucağına aldığında yaşadığı bütün acıları unutmuş gibiydi. Bu öyle büyük bir unutuştu ki sadece o günkü acıları değil, geçmişte yaşadıkları da silinip gitmiş gibiydi. Artık yalnız değillerdi, artık minik kızları vardı; hayat onlar için yeniden başlıyordu. Deklanşöre basarak o anı da ölümsüzleştirdim; hem fotoğrafta hem yüreğimde…