7 Ağustos 2014 Perşembe

Hoş geldin Maya’nın Kardeşi Alya



Maya büyüdü şimdi, abla oldu. Şener ailesi, ikinci prensesleri Alya’ya da kavuştu.  Bu inanılmaz anlarını da yine benimle paylaşarak beni çok mutlu ettiler.

Selin Hanım, yine çok güzel bir hamilelik geçirmişti. Aynı Maya’da olduğu gibi yine normal doğum yapmak istiyordu ki ben de her zaman normal doğum taraftarı olmuşumdur. Yine sık sık haberleşiyorduk. Doğum aralığı gittikçe daralıyordu. Ve bir gece yine beklenen telefon gelmişti. Soluğu, Güven Hastanesinde almıştım.

 
Selin Hanım ve doktoru Cem Hoca, yine tatlı bir telaş içindeydiler. Ancak minik Alya, son anda dönmüştü. Duruş biçimi normal doğuma izin vermiyordu. Selin Hanım, bu duruma çok üzülmüştü ancak o anda önemli olan tek şey Alya’yı sağsalim kucaklarına almalarıydı. Ve zor da olsa epiduralli sezaryene karar verildi.

Ve nihayet, minik Alya da aramıza katılmıştı. O kadar güzel bir bebekti ki. Annesi, babası ve ertesi gün ablası Maya ile kavuşması gerçekten görülmeye değerdi. Şener ailesi, gittikçe büyüyor ve güzelleşiyordu. Herkesin mutluluğu, gözlerinden okunuyordu.

Şener ailesi ile gerçekten çok güzel anılarımız olmuştu geçen zaman içinde. Birçok anlarına tanık olma fırsatı verdiler bana, sağolsunlar. Ancak Alya’nın newborn/yenidoğan çekiminde yaşadığımız bir olaydan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Yenidoğan çekimi için Alya’nın uyuması gerekiyordu. Bu yüzden annesi, onu besliyordu. Biz de Mahmut Bey ile oturmuş sohbet ediyorduk. Bu sırada minik Alya’nın boğazına biraz süt kaçmıştı. Öksürmeye başladı. Mahmut Bey’in yerinden kalkıp ona doğru öyle bir fırlayışı vardı ki gözlerim doldu.  Yavrusunu korumaya çalışan bir kartal gibi fırlamıştı olduğu yerden.  Babalık böyle bir şey olsa gerek diye geçirdim içimden.  Bütün varlığını, kıymetlisi yavrularına adamaktı babalık ve her daim onları korumaktı.  Böyle bir anne ve babaya sahip oldukları için Alya ve Maya ne kadar da şanslıydı.
Selin Hanım, Mahmut Bey, Maya ve şimdi de Alya… Uzun ve mutlu yıllar sizinle olsun…
 
 
 
 






 NOT: Bu blogta yayınlanan bütün fotoğraflar, ailelerin özel izni ve seçimi ile yayınlanmaktadır.





 

5 Ağustos 2014 Salı

Uzaklardan Gelen Mucize: Erkin Bebek

Bazen, insan suretine bürünmüş bilgeler girer hayatımıza... En zor anımızda, en çaresiz olduğumuzda dillerinden/yüreklerinden dökülen kelimelerle ışık tutarlar yolunuza... Serap da benim hayatıma gönderilmiş bilgemdi benim... Taa üniversite yıllarımdan... Bir köşede oturmuş Cumhuriyet gazetesini okuyup, çok sevdiği Eti Kakolu bisküvisini yerkenki hali hiç gitmez gözümün önünden... Bir de verdiği öğütlerle yüreğime asılı kalmış sözcükleri hiç silinmez belleğimden... Şimdi ne zaman bir bilgeye ihtiyaç duysam yüreğim sızlar... Ha bir de Kakaolu bisküvi yediğimde :)





Serap, çok uzun zamandır Rusya'da yaşıyor. Seçtiği yol, onu oraya, benden/bizden uzağa sürükledi. Mutluluk denen şey onu orada yakaladı. Üzgündüm, çünkü yollar girmişti aramıza. Mutluydum çünkü onun mutlu olduğunu biliyordum. Çoğu zaman görüşemesek de yüreğim, yüreğinin yanındaydı...

Sonra bir gün mutluluğuna mutluluk ekledi Serap. Düğününe gittim. Sonra bir gün mutluluğuma mutluluk ekledi Serap. Bana bir kuzu verdi. Adı Erkin. Henüz göremedim Erkin'i. Malum uzaklıklar işte. Ama hiç eksik etmiyor Serap, canım Erkin'i hayatımdan... İyi ki de etmiyor, ben bilmeden büyüyüversin istemem çünkü.

Bilgemin gözleri bambaşka bakıyor şimdi. Garipsiyorum çünkü onu daha önce öyle bakarken hiç görmemiştim. Ama bu minik mucizenin, onun bilgeliğine bilgelik kattığından öyle eminim ki. Annelik denen o yakıcı, o kavurucu, o tutku dolu şey akıyor şimdi onun damarlarında... Öyle ki kilometrelerce öteden sarıp sarmalıyor beni, onun bu hali, gülen gözleri... Öyle güzel, öyle iyi bir anne var ki şimdi karşımda... Bütün sözcükler anlamını kaybediyor... Sadece Erkin kalıyor geriye... Bir de yaşanmış yıllar...

Bilge insanım, Serap'ım... Bilgeliğin için, Erkin için, o yıllar için sana ne desem az kalır, bilirim... Sana ancak Erkin'li yıllar dileyebilirim :)

Sizi göreceğim zamanı dört gözle bekliyorum... Özlemle ve sevgimle...    

  

20 Temmuz 2014 Pazar

Yıllar Sonra Gelen Mutluluk: Deniz Bebek

Kimi zaman öyle bir an gelir ki geçmişiniz, yeniden canlanır gözünüzün önünde... Ancak bu kez olayın kahramanı değil, sadece seyircisisinizdir... Benden 14 yaş kadar küçük olan kızkardeşimi, ilk kez kucağıma aldığımda Dilan'ın hissettiklerini hissetmiş miydim acaba? Şimdi, isterseniz en başa dönelim...

Yine bir normal doğum telaşındaydım... Yine vakit geceyarısıydı ve Eylem'in doğum sancıları başlamıştı. Saat yaklaşık olarak 1'i gösteriyordu. Hep beraber soluğu hastanede almıştık. Saatler geçiyor, sancılar şiddetini artırıyordu ama Deniz bebek, bize naz yapıyordu adeta. Eh, kız bebekler nazlı olur :)

Hayran gözlerle Eylem'i izliyordum. 14 yaşındaki kızı Dilan'dan sonra ikinci bebeğini kollarına alacaktı. Sancılara, insan üstü bir kuvvetle direniyor, anne olmanın ne kadar da zor bir şey olduğunu gösteriyordu bana. Saat 4 gibi ben pes etmiştim ama Eylem, inatla direniyordu.

Ben, yeniden gözlerimi açtığımda saat sabah 7 buçuk olmuştu, hemen doğum odasına fırladım. Ve gözlerime inanamadım: Eylem bıraktığım gibiydi. Yüzünde yorgunluktan eser yoktu. Aman Tanrım, ne kadar güçlü bir kadın dedim. Normal doğumdan başka birşeyi aklından bile geçirmiyor, çektiği acıya resmen meydan okuyordu.

Ve sabrının mükafatını sabah 8 buçuk gibi kollarına aldı. Deniz bebek artık gelmeye karar vermişti, ilk karşılaşma ve tanışma anı muhteşemdi. Bu muhteşem mucizenin iki kahramanı olan Eylem ve Deniz, sağlıkla bize gülümsüyorlardı. Çok uzun bir yoldan da gelse Deniz bebek harika bir mucizeydi :)























Ama ben en çok Dilan'ı merak ediyordum.. Çünkü onda, kendimi görüyordum. Kardeşine olan ürkek bakışlarında, onu yüreği titreyerek kollarına alışlarında hep kendi geçmişimden izler buldum. Zaman makinesine binip zaman yolculuğuna çıkmış gibiydim. İşte tam o anda, bir parçamı armağan ettim Dağlar ailesine...

Harika bir anne, harika bir baba, harika bir abla ile Deniz'in çok mutlu bir ömür süreceğine eminim şimdi. Ve onlara bıraktığım parçamın, sonsuza kadar mutlu yaşamaları için dua edeceğini bilmelerini istiyorum...

Sevgimle kalın...




 

26 Haziran 2014 Perşembe

Dedeler Günü

Benim hiç dedem olmadı. (Bir yazıya başlamak için ne kadar doğru bir cümle!)  Yani aslında, dede diyebileceğim kimsem olmadı. Annem ve babamın babaları, ben daha doğmadan göçüp gitmişler... Bu yüzden "dede" kelimesinin o büyülü sıcağını hiç hissetmedim dudaklarımda... Ne bayramlarda elini öpüp harçlık aldığım, ne sırtına binip gezdiğim, ne de gölgesine saklandığım bir dedem olmadı hiç...

Bugüne kadar bu günlükte, hep yeni doğan mucizelerin anne-babalarından bahsettim. Oysa bir de dedeleri ve nineleri vardı onları heyecanla bekleyen... O minik mucizelerin bir gülücüğü için dünyayı yakmaya hazır, çocuğunun çocuğunu görme şansına erişmiş dede ve nineler... Gıptayla izledim onları çoğu zaman...

Şimdi ise "efsane" bir dededen bahsetmek istiyorum... Ben tanıma şerefine erişemedim ama çok sevdiğim birinden dinledim onun hikayelerini; Ali Rıza Dede... Efsane diyorum çünkü eski insanların gerçekten bitmez tükenmez bir güçlerinin olduğuna, hepsinin birer kahraman olduğuna inanıyorum. Anlatılanlar da beni doğruluyor sanki... Öyle biriymiş işte Ali Rıza Dede de... Omzunda iki koca kütüğü dağdan getirir de bana mısın demezmiş... Kim darda olsa, kimin başı sıkışsa ona koşarmış. Bu kahraman adamın yüreği de o kadar sıcakmış ki hediyesiz gelmezmiş torunlarının yanına... Gözlerinin içine bakarmış onları severken... Ama yüreği, bir süre sonra taşıyamaz olmuş dünyadaki kötülükleri... Her iyi gibi erkenden yola koyulmuş o da...

Ara sıra bakıyorum onun fotoğrafına... Her baktığımda biraz daha kaynaşıyoruz birbirimizle, biraz daha torunu oluyorum onun, biraz daha seviyoruz birbirimizi... Şimdi artık tanıyamadığım bir dedem daha oldu... Tanıyamadığım ama içimde taşıdığım... Çok sevdiğim birinde görüyorum onu çoğu zaman, torununda... Ali Rıza Dede'nin asil duruşu, iyilik dolu yüreği, hani belki biraz inatçılığı, yardımseverliği torununa da bulaşmış... Ve gözleri... Gözlerini vermiş torununa... Dünyaya iyilikle, doğrulukla, dürüstlükle baksın diye... Anlayacağınız, en güzel mirası bırakmış aslında... Ve de bir dolu da anı kalmış... Bugünlerini görseydi eğer torununun, eminim onunla gurur duyardı... ki bir şekilde gördüğüne ve gurur duyduğuna da inanıyorum aslında...

Şimdi affına sığınarak Ali Rıza Dede'yi sizinle de tanıştırmak istiyorum... Belki, benim gibi dedesi olmayan başkalarının da dedesi olur diye... Ve bugünü "Dedeler Günü" ilan ediyorum...

Öyle ya mucizeler, her zaman bu dünyadan olmak zorunda değil ki!


   

20 Haziran 2014 Cuma

Kuzular(ım) Büyürken 1: Defne Meriç ve Ay İnanmıyoruuummmm :)

Merhabalar,

Bu günlerde gerçekten tarifi imkansız mutluluklar içindeyim çünkü minik bebişlerimin, büyük bir hızla büyüdüklerine tanık oluyorum... Bu sırada da gittikçe "büyüyen" ailemize, yeni kuzular katılmaya devam ediyor. Yeni mucizeler, yeni gülüşler, yeni soluklar ile her defasında ben de yenileniyorum sanki... Bu yüzden minik kuzularımdan güzel haberler aldıkça, bencilce davranmayıp onların mucizelerini burada, Kuzular(ım) Büyüdükçe başlığı altında paylaşmak istiyorum. Benden birşeyler kalsın onlara diye... 

Bundan iki yıl önce girmişti Defne Meriç hayatıma... Şuradan görebilirsiniz o zamanki sevimli hallerini: http://mucizegunlukleri.blogspot.com.tr/2012/10/minik-mucize-defne-meric-un.html

Şimdi iki yaşında Defne Meriç. Günden güne büyüyor, değişiyor, gelişiyor; zamanın bir taraftan ne kadar çabuk geçtiğini ama diğer taraftan da hiç geçmediğini anlatmak istercesine... Sevgili annesi Fatma, ona dair güzellikleri elinden geldiğince benimle paylaşarak beni çok, pek çok mutlu ediyor. Ve onun Meri'yi (ona öyle diyoruz) ne kadar güzel yetiştirdiğini görüyorum.

Paylaştığım bu videoda da Meri, bütün sevimliliği ve sıcaklığı ile başrolde yine :) Biz kadınların takıntılı olduğu bir konu ile yeni yeni tanışıyor: Ayakkabılar :) Kendisine gelen hediyeler de ayakkabılar olunca değmeyin Meri'nin keyfine... Nasıl da çocukluktan başlıyor biz kadınların bu ayakkabı tutkusu değil mi? Ay inanmıyorummmmmm :):)

Kuzuma maşallah demeye söz verdiğinizi varsayıp sizi bu sevimli video ile baş başa bırakıyorum...

Özlem


16 Haziran 2014 Pazartesi

Dila'nın Mucizesi


Hayat, kimi zaman insandan birşeyleri alır götürür ama çoğu zaman da insana bir sürü şey ekleyip onu çoğaltır, zenginleştirir. Bu, hayatın insandan özür dileme biçimidir bence... Geçen bunca zamandan sonra en sevdiğim şey, miniklerimin büyümelerine tanık olmaktır... Onların büyüyüp değiştikçe hayatıma eklendiklerine, beni zenginleştirdiklerine inanırım.  İlk adımları, ilk sözcükleri, bütün ilkleri kazınır belleğime, silinmemek üzere... Bir mucizedir gördüğüm şey, mutlu olurum...

Dila da hayatın bana getirdiği en güzel mucizelerden birisi... Şimdi 2 yaşında artık... Doğumunda olamadım ama sonrasında çoğu zamanımızı birlikte geçirdik; ilk gülüş, ilk yürüyüş, ilk düşüş, hepsine tanık oldum... Ailemin bir parçası artık...  Ve iyi ki de öyle...

Dila'yı aileye alıp da anne-babasını almamak olmaz; ki sevgili Seren ve Gökhan (abi) da hayatımda çoktan yerlerini almış, varlıklarıyla beni mutlu eden iki muhteşem insan...

Bebekleri, ilk kucağıma aldığımda anneler hep tedirgindir. Sonuçta ben onlar için bir yabancıyımdır, bebeklerinin belki canını acıtırım diye düşünürler, belki ağlar gözlerinden bile sakındıkları bebekleri... Bunu, istisnasız bütün annelerde yaşamışımdır... Bir şey söylemeseler de gözlerinde görürüm korkularını... Seren de farklı davranmamıştı... Dila'yı ilk kucağıma aldığımda, fotoğrafını çekmek için kıyafetlerini çıkardığımda Seren diken üstündeydi... Ancak zaman geçtikçe Dila'yı bana gözü kapanır güvenir oldu. İşte bu güven, benim için dünyalara değer... Çünkü Dila, Seren'in dünyadaki en kıymetli varlığı, yaşam nefesi, soluk alıp verişi... Bu yönüyle harika bir anne Seren...

Bana Dila'nın mucizesine tanıklık etme şansı verdikleri için Seren ve Gökhan Abi'ye çok teşekkür ederim... Ve tabi, beni onlara doğru sürükleyip aileme katan o çok özel rüzgara da :)

Sevgimle... 

29 Mayıs 2014 Perşembe

Dünyamıza Hoşgeldin Eylül

Gülşen ve Ertan... Bir deli rüzgarla savrulup hayatıma girerek beni, o deli rüzgara şükrettiren iki dost insan... Mesafe olarak hep uzaktaydılar ama aslında çok yakındılar...  Bir gün kaçsam, gizlensem, ufalsam, küçücük kalsam bilirim ki orada iki insan vardır, bana evlerinin kapısını her zaman açık tutacak...

O yüzden ikisini de kollarında Eylül ile gördüğümde öyle şaşırdım ki... Benim tanıdığım insanlar gitmiş, yerlerine sevgi dolu gözlerle bakan anne-baba gelmişti. Küçük, minicik, ağlayan, gazı olan, etrafına bakınıp sürekli emmek isteyen bir varlık, iki insanı böylesine birbirine kenetleyebilir miydi? Mucizelerin başka bir tarafına şahit oluyordum: anne-baba olma mucizesine... Orada duran ufacık şey; iki insanı öylesine törpülemiş, öylesine kendine bağımlı yapmış ve öylesine sakinleştirmişti ki bunu başarmaya dünyada başka hiç birşeyin gücü yetmezdi sanırım...

Bu ufaklığın başka mucizevi güçleri de vardı üstelik... Beni de kendisine öylesine bağlamıştı ki zeytin gibi burnu, ışıl ışıl bakan kara gözleri, ondan bir an bile ayrılmak istemiyordum... Birden dünyamıza girmiş, üstelik o dünyanın da sahibi oluvermişti bile küçükhanım... Bu da başka bir mucizeydi: Sevgi mucizesi...   

Şimdi artık yüreğimin bir parçası da İzmir'de... Her geçen gün, inanılmaz bir hızla büyüyor... Nisan ayında aramıza katılan ama adı gibi nazlı bir Eylül esintisini, bütün iliklerimizde hissediyoruz artık... Ve iyi ki de hissediyoruz.  

Dünyamıza, aramıza hoş geldin Eylül... Öğrettiğin ve öğreteceğin mucizelerle...






Not: Uyudu mu Gülşen :)




30 Ocak 2014 Perşembe

Iki-yüzlü Yalnızlık

-I-


Korkuyordum. Nefesim kesilmişti. Daha önce hiç böyle büyük bir acıyla uyanmamıştım; birden bir şeyler bıçak gibi kesmişti bedenimi. “Ama daha vakit vardı” diye geçirdim içimden. Panik içinde hızla çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak bekledim bir süre;ancak acı geçmiyor, tam tersine giderek şiddetleniyordu sanki. Hissediyordum, vakit gelmişti artık, harekete geçmeliydim.
Eşimle birlikte hızla ve telaşla hastaneye giderken acil durumda aranacaklara telefon edilmişti çoktan. Liste pek de kabarık değildi açıkçası, sadece iki kişi; doktorum ve fotoğrafçı. Ne tuhaf, hiç böyle olacağını düşünmemiştim. Ama şimdi bunları düşünmenin vakti değildi ki, bugün dimdik ayakta durmak zorundaydım; en azından kızım için.
Hastaneye acil girişinden girdikten sonra beni bir odaya yerleştirdiler.Acıdan mı yoksa korkudan mı bilmiyorum ama oda bana çok ürkütücü geldi. Oysa benim dışımda herkes sakin sakin işini yapıyordu. Anlamıyordum, ben bunca acıyı çekerken onlar nasıl böyle sakin kalabiliyorlardı ki? Üstüme hastane geceliğini giyip yatağa uzandığımda bütün acı dinecek sanmıştım oysa herşey daha yeni başlıyordu.
Doktor gelmiş, kontrolleri yaptıktan sonra bu sancıların normal olduğunu, daha vakit olduğunu, dayanmam gerektiğini söyleyip gitmişti.Onun, bu yaşadıklarımı böyle basit görmesi, hiçbirşey yokmuş gibi heyecansızca olacakları anlatması sinirime dokunmuştu. Neymiş efendim; nefes egzersizleri yapmam gerekiyormuş, sakin olmam gerekiyormuş, dayanmalıymışım falan filan.  Dayan demek kolaydı, hiç böyle bir acı çekmiş miydi acaba?Doktor gittikten sonra odada eşim ve ben yalnız kalmıştık. Bir süre onun gözlerine bakıp rahatlamaya çalıştım, kimim vardı ki zaten başka ama o da çaresizlik içinde kıvranıyordu. Onu böyle görmek beni, beni böyle görmek onu üzüyordu. Başımı çevirdim. Acı gittikçe şiddetini artıyor, çığlıklarım duvarlarda yankılanıyordu. Kendi sesimi daha önce hiç bu şekilde duymamıştım, bu ben miydim?
Saatler geçiyor ama acı bir türlü geçmek bilmiyordu. Hemşire, arada sırada yürümemin iyi olacağını söylemişti ama acıdan iki büklüm olmadan ayakta durmak kolay mıydı? Elimde serum şişesinin bağlı olduğu tekerlekli demirle hastane koridorunda yürümeye çalışırken aynı acıyı çeken diğer kadınları da gördüm. Ne tuhaf, tek başına yürümeye çalışan sadece bendim. O an tuhaf bir acının saplandığını hissettim ama bu kez yüreğime girmişti sancı. Neden bu kadar ıssızdım ben? Ailem geldi aklıma, burnumun direği sızladı, doldu gözlerim. En çok annemi isterdim galiba yanımda; başımı omzuna dayamak, elini tutmak… “Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” diyen iki çift göze bakmak. Belki biraz olsun dindirirdi acılarımı.Gözyaşlarımı silmek için başımı aşağıya doğru eğdiğimde bacağımdan süzülen kanı görüp irkildim, sonrasında öyle büyük bir acıyla sarsıldım ki daha fazla ayakta duramadım. Kızım, artık benden kopmak istiyordu belli ki…Olduğum yere yığıldım…
Sonrasında herşey çok hızlı olup bitti. Acı artık dayanamayacağım bir hale gelmişti ki epidural dedikleri devasa iğne yetişti imdadıma. Bütün acılarım dinmiş, herşey bir anda olup bitmişti. Canımdan, yüreğimden kopardıkları evladımı, artık halsizleşmiş kollarıma bıraktıklarında gözlerime inanamamıştım. Bu benim bebeğim miydi? Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, “Merhaba meleğim, ben senin annenim” diyebildim sadece. Ne kadar da minikti böyle, hele o kokusu, o bebek kokusu… Doyamıyordum ona bakmaya, koklamaya… Onu görmek, kollarıma almak saatlerce çektiğim bütün acıları unutturmuştu bana. Bir tek, o hastane koridorunda yüreğime saplanan acıyı ömür boyu taşıyacaktım galiba.  Ama artık kızım vardı yanımda, yalnız değildim ki. Şimdi hayat, benim için yeniden başlıyordu.


-II-

Korkuyordum. Sabahın ilk ışıklarında aniden çalan telefonlar her zaman korkuturdu beni. Nefesim kesilmişti. Yıllar geçmişti ama bu telefonlara hâlâ alışamamıştım. “Ama daha vakit vardı” diye geçirdim içimden. Bir süre kalp atışlarımın eski ritmine dönmesini bekledikten sonra yataktan fırladım.
Takside hızla hastaneye doğru giderken beklenmedik bir terslik yaşanmaması için dua ediyordum. Her doğumdan önce bu duayı ederdim, hayatta en korktuğum şeydi doğumun ters gitmesi, bebeğe ya da anneye bir şey olması. Buna tanık olmayı hiçbir zaman istemezdim. Duamı bitirip kendimi herşeyin yolunda gideceğine inandırdım.
Hastaneye her zamanki gibi acil girişinden girip kaldıkları odayı öğrendim. Normal doğum olması tedirginliğimi artırıyordu çünkü normal doğumlarda hiçbir şeyi kontrol edemezdiniz. Herşey o minik bebeğe ve anneye kalmıştı, hazır oldukları anda birbirlerinden ayrılırlardı. Odaya girdiğimde doktor son kontrollerini yapıyor, anne adayına yapması gerekenleri anlatıyordu. Ne kadar da ruhsuz bir adam diye geçirdim aklımdan. O odadan çıktıktan sonra tanıştık anne ve babayla. Telefonda konuşmuştuk ama ilk defa görüyordum onları. Sevimli insanlardı ama bir gariplik vardı. Oda fazla boştu! Bu tür durumlarda genellikle odalara aile akını olur, telaşlı ve merakla bekleyen bir sürü göz oradan oraya koştururdu. Ama bu çiftin birbirlerinden başka kimseleri yoktu sanki. “Hiç kimse gelmeyecek mi?” diye sorduğum anda çoktan pişman olmuştum ağzımdan çıkanlardan. Hiç kimse gelmeyecekti.
Normal konuşmalardan sonra bir köşeye çekilip olan biteni izlemeye başladım. Kadın, insanüstü bir çabayla çektiği acıya dayanmaya çalışıyor; eşi ise elinden hiçbirşey gelmemenin çaresizliğiyle kıvranıyordu. Arada sırada attığı çığlıklar, kalbimi titretiyor, kanımı donduruyordu. Nasıl bir acıydı bu? Birşeyler yapmak isterdim; ama onlar için sadece doğum fotoğrafları çeken bir yabancıydım. Belki, kendi özel dünyalarına istemezlerdi beni. Sessizce oturmaya devam ettim.
Tam yedi saat geçmişti ama doğum bir türlü gerçekleşmiyordu. Kadın artık acı çekmekten ve bağırmaktan halsizleşmişti. Ben çığlıklara alışmış, fotoğraf çekmeyi bile unutmuş, makineyi bir köşeye atmış ona yardım etmeye çalışıyordum elimden geldiğince. Hemşire, ara sıra yürümesinin iyi olacağını söylemişti. Hastane koridorunda yürümeye çalışırken tam arkasından onu takip ediyordum, belki bir yardımım olur diye. Onca yılın doğum fotoğrafçılığından sonra bir doktor kadar deneyimli olmuştum doğum konusunda.Bir süre sonra durup yanından geçen diğer hamile kadınlara baktı. O anda aklından geçenleri, hikâyesini bilmeyi çok isterdim ama sanki yüreğindeki acıyı tahmin edebiliyordum: derin bir yalnızlık. Doğum anı, bir kadının yaşayabileceği en özel ve en zor deneyimlerden biriydi. Hangi neden bir anneyi, böyle bir zamanda öz kızından uzakta tutacak kadar güçlü olabilirdi ki? Hangi suç, hangi kusur onu bu yalnızlığa hapsedecek kadar büyük olabilirdi? Ben bu sorularla boğuşurken birden yere yığıldı, hemen yanına koştum, “Anne” diye sayıklıyordu. Sonradan asla hatırlamayacağını bilsem de gözlerine bakarak, “Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” dedim. Gülümsedi.
Nihayet bebek gelmeye karar vermişti. Birden neden orada olduğumu hatırladım, koşup makinemi aldım ve tetikte beklemeye başladım. Beklenen mucize çok geçmeden göründü: minik bir kız, kendi mucizesini gerçekleştirip aramıza katıldı. Annenin çığlıklarının yerini şimdi bir bebeğin çığlıkları almıştı. Odadaki ıssızlık birden yok olmuş, yalnızlık buhar olup gidivermişti sanki. Gözyaşları içindeki anne, bebeğini kucağına aldığında yaşadığı bütün acıları unutmuş gibiydi. Bu öyle büyük bir unutuştu ki sadece o günkü acıları değil, geçmişte yaşadıkları da silinip gitmiş gibiydi. Artık yalnız değillerdi, artık minik kızları vardı; hayat onlar için yeniden başlıyordu. Deklanşöre basarak o anı da ölümsüzleştirdim; hem fotoğrafta hem yüreğimde…