-I-
Korkuyordum. Nefesim kesilmişti. Daha önce hiç böyle büyük
bir acıyla uyanmamıştım; birden bir şeyler bıçak gibi kesmişti bedenimi. “Ama
daha vakit vardı” diye geçirdim içimden. Panik içinde hızla çarpan kalbimi
sakinleştirmeye çalışarak bekledim bir süre;ancak acı geçmiyor, tam tersine
giderek şiddetleniyordu sanki. Hissediyordum, vakit gelmişti artık, harekete
geçmeliydim.
Eşimle birlikte hızla ve telaşla hastaneye giderken acil
durumda aranacaklara telefon edilmişti çoktan. Liste pek de kabarık değildi
açıkçası, sadece iki kişi; doktorum ve fotoğrafçı. Ne tuhaf, hiç böyle
olacağını düşünmemiştim. Ama şimdi bunları düşünmenin vakti değildi ki, bugün
dimdik ayakta durmak zorundaydım; en azından kızım için.
Hastaneye acil girişinden girdikten sonra beni bir odaya
yerleştirdiler.Acıdan mı yoksa korkudan mı bilmiyorum ama oda bana çok ürkütücü
geldi. Oysa benim dışımda herkes sakin sakin işini yapıyordu. Anlamıyordum, ben
bunca acıyı çekerken onlar nasıl böyle sakin kalabiliyorlardı ki? Üstüme
hastane geceliğini giyip yatağa uzandığımda bütün acı dinecek sanmıştım oysa
herşey daha yeni başlıyordu.
Doktor gelmiş, kontrolleri yaptıktan sonra bu sancıların
normal olduğunu, daha vakit olduğunu, dayanmam gerektiğini söyleyip gitmişti.Onun,
bu yaşadıklarımı böyle basit görmesi, hiçbirşey yokmuş gibi heyecansızca
olacakları anlatması sinirime dokunmuştu. Neymiş efendim; nefes egzersizleri
yapmam gerekiyormuş, sakin olmam gerekiyormuş, dayanmalıymışım falan filan. Dayan demek kolaydı, hiç böyle bir acı çekmiş
miydi acaba?Doktor gittikten sonra odada eşim ve ben yalnız kalmıştık. Bir süre
onun gözlerine bakıp rahatlamaya çalıştım, kimim vardı ki zaten başka ama o da
çaresizlik içinde kıvranıyordu. Onu böyle görmek beni, beni böyle görmek onu
üzüyordu. Başımı çevirdim. Acı gittikçe şiddetini artıyor, çığlıklarım
duvarlarda yankılanıyordu. Kendi sesimi daha önce hiç bu şekilde duymamıştım,
bu ben miydim?
Saatler geçiyor ama acı bir türlü geçmek bilmiyordu. Hemşire,
arada sırada yürümemin iyi olacağını söylemişti ama acıdan iki büklüm olmadan
ayakta durmak kolay mıydı? Elimde serum şişesinin bağlı olduğu tekerlekli
demirle hastane koridorunda yürümeye çalışırken aynı acıyı çeken diğer
kadınları da gördüm. Ne tuhaf, tek başına yürümeye çalışan sadece bendim. O an
tuhaf bir acının saplandığını hissettim ama bu kez yüreğime girmişti sancı.
Neden bu kadar ıssızdım ben? Ailem geldi aklıma, burnumun direği sızladı, doldu
gözlerim. En çok annemi isterdim galiba yanımda; başımı omzuna dayamak, elini
tutmak… “Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” diyen iki çift göze bakmak. Belki
biraz olsun dindirirdi acılarımı.Gözyaşlarımı silmek için başımı aşağıya doğru
eğdiğimde bacağımdan süzülen kanı görüp irkildim, sonrasında öyle büyük bir
acıyla sarsıldım ki daha fazla ayakta duramadım. Kızım, artık benden kopmak
istiyordu belli ki…Olduğum yere yığıldım…
Sonrasında herşey çok hızlı olup bitti. Acı artık
dayanamayacağım bir hale gelmişti ki epidural dedikleri devasa iğne yetişti
imdadıma. Bütün acılarım dinmiş, herşey bir anda olup bitmişti. Canımdan,
yüreğimden kopardıkları evladımı, artık halsizleşmiş kollarıma bıraktıklarında
gözlerime inanamamıştım. Bu benim bebeğim miydi? Gözyaşlarım yanaklarımdan
süzülürken, “Merhaba meleğim, ben senin annenim” diyebildim sadece. Ne kadar da
minikti böyle, hele o kokusu, o bebek kokusu… Doyamıyordum ona bakmaya,
koklamaya… Onu görmek, kollarıma almak saatlerce çektiğim bütün acıları
unutturmuştu bana. Bir tek, o hastane koridorunda yüreğime saplanan acıyı ömür
boyu taşıyacaktım galiba. Ama artık
kızım vardı yanımda, yalnız değildim ki. Şimdi hayat, benim için yeniden
başlıyordu.
-II-
Korkuyordum. Sabahın ilk ışıklarında aniden çalan telefonlar
her zaman korkuturdu beni. Nefesim kesilmişti. Yıllar geçmişti ama bu
telefonlara hâlâ alışamamıştım. “Ama daha vakit vardı” diye geçirdim içimden.
Bir süre kalp atışlarımın eski ritmine dönmesini bekledikten sonra yataktan
fırladım.
Takside hızla hastaneye doğru giderken beklenmedik bir
terslik yaşanmaması için dua ediyordum. Her doğumdan önce bu duayı ederdim,
hayatta en korktuğum şeydi doğumun ters gitmesi, bebeğe ya da anneye bir şey
olması. Buna tanık olmayı hiçbir zaman istemezdim. Duamı bitirip kendimi
herşeyin yolunda gideceğine inandırdım.
Hastaneye her zamanki gibi acil girişinden girip kaldıkları
odayı öğrendim. Normal doğum olması tedirginliğimi artırıyordu çünkü normal
doğumlarda hiçbir şeyi kontrol edemezdiniz. Herşey o minik bebeğe ve anneye
kalmıştı, hazır oldukları anda birbirlerinden ayrılırlardı. Odaya girdiğimde
doktor son kontrollerini yapıyor, anne adayına yapması gerekenleri anlatıyordu.
Ne kadar da ruhsuz bir adam diye geçirdim aklımdan. O odadan çıktıktan sonra
tanıştık anne ve babayla. Telefonda konuşmuştuk ama ilk defa görüyordum onları.
Sevimli insanlardı ama bir gariplik vardı. Oda fazla boştu! Bu tür durumlarda
genellikle odalara aile akını olur, telaşlı ve merakla bekleyen bir sürü göz
oradan oraya koştururdu. Ama bu çiftin birbirlerinden başka kimseleri yoktu
sanki. “Hiç kimse gelmeyecek mi?” diye sorduğum anda çoktan pişman olmuştum
ağzımdan çıkanlardan. Hiç kimse gelmeyecekti.
Normal konuşmalardan sonra bir köşeye çekilip olan biteni
izlemeye başladım. Kadın, insanüstü bir çabayla çektiği acıya dayanmaya
çalışıyor; eşi ise elinden hiçbirşey gelmemenin çaresizliğiyle kıvranıyordu.
Arada sırada attığı çığlıklar, kalbimi titretiyor, kanımı donduruyordu. Nasıl
bir acıydı bu? Birşeyler yapmak isterdim; ama onlar için sadece doğum
fotoğrafları çeken bir yabancıydım. Belki, kendi özel dünyalarına istemezlerdi
beni. Sessizce oturmaya devam ettim.
Tam yedi saat geçmişti ama doğum bir türlü gerçekleşmiyordu.
Kadın artık acı çekmekten ve bağırmaktan halsizleşmişti. Ben çığlıklara
alışmış, fotoğraf çekmeyi bile unutmuş, makineyi bir köşeye atmış ona yardım
etmeye çalışıyordum elimden geldiğince. Hemşire, ara sıra yürümesinin iyi
olacağını söylemişti. Hastane koridorunda yürümeye çalışırken tam arkasından
onu takip ediyordum, belki bir yardımım olur diye. Onca yılın doğum
fotoğrafçılığından sonra bir doktor kadar deneyimli olmuştum doğum
konusunda.Bir süre sonra durup yanından geçen diğer hamile kadınlara baktı. O
anda aklından geçenleri, hikâyesini bilmeyi çok isterdim ama sanki yüreğindeki
acıyı tahmin edebiliyordum: derin bir yalnızlık. Doğum anı, bir kadının
yaşayabileceği en özel ve en zor deneyimlerden biriydi. Hangi neden bir anneyi,
böyle bir zamanda öz kızından uzakta tutacak kadar güçlü olabilirdi ki? Hangi
suç, hangi kusur onu bu yalnızlığa hapsedecek kadar büyük olabilirdi? Ben bu
sorularla boğuşurken birden yere yığıldı, hemen yanına koştum, “Anne” diye
sayıklıyordu. Sonradan asla hatırlamayacağını bilsem de gözlerine bakarak,
“Hepsi geçecek, herşey düzelecek…” dedim. Gülümsedi.
Nihayet bebek gelmeye karar vermişti. Birden neden orada
olduğumu hatırladım, koşup makinemi aldım ve tetikte beklemeye başladım. Beklenen
mucize çok geçmeden göründü: minik bir kız, kendi mucizesini gerçekleştirip
aramıza katıldı. Annenin çığlıklarının yerini şimdi bir bebeğin çığlıkları
almıştı. Odadaki ıssızlık birden yok olmuş, yalnızlık buhar olup gidivermişti
sanki. Gözyaşları içindeki anne, bebeğini kucağına aldığında yaşadığı bütün
acıları unutmuş gibiydi. Bu öyle büyük bir unutuştu ki sadece o günkü acıları
değil, geçmişte yaşadıkları da silinip gitmiş gibiydi. Artık yalnız değillerdi,
artık minik kızları vardı; hayat onlar için yeniden başlıyordu. Deklanşöre
basarak o anı da ölümsüzleştirdim; hem fotoğrafta hem yüreğimde…